“Sait Faik’i bugün bütünüyle düşününce , içimize insan sevgisi salan esrarlı bir kuvvet gibi görünüyorum. Bu kuvvetin önünde doymak bilmez bir sevginin bulunup yitirilmişliği, tatmin edildikçe parlayıp alevlenen aşkın şifa bulmazlığı var.”
Vedat Günyol

“Toprak kokan, deniz kokan, içi yıldız dolu bir insan. Sevdiği dosta, uçan kuşa, havaya, suya, toprağa, her şeye bağlı bir insan… ‘Yaşamak ne güzel’ derdi sık sık.”
Cahit Irgat

“… Ben de dün akşamdan beri Hasan’a uyduracak hikâye düşünüyorum. Saatlerce düşündüm. Sabahleyin ilk vapurda yine düşündüm. Ne dersin?.. Bu sefer benim hikâyemi anlatırsın… Yağmurlu gecede bir adam geldi, dersin…” diyen büyük yazarın; ilk kez 1940 yılında yayımlanan hikâye kitabı Şahmerdan yeniden gözden geçirilerek yayına hazırlandı.

Kitap Hakkında

Şahmerdan, Türk yazar Sait Faik Abasıyanık’ın 1940 yılında yayınlanan üçüncü kitabı. Kitap Faik’in yazdığı hikâyelerden oluşur.

İlk iki kitabı Semaver ve Sarnıç’ın aksine, Şahmerdan’da Sait Faik’in yurtdışında yaptığı gözlemlere dayanarak, yurtdışını anlattığı öyküler bulunmaz. Toplam yirmi eserinin yer aldığı kitaptaki öykülerin on dört tanesinde yazarın İstanbul izlenimleri vardır. Çelme, Zemberek, Mahpus ve Köy Hocası ile Sığırtmaç’ta ise Abasıyanık, tıpkı diğer iki kitabında olduğu gibi Adapazarı ve Bursa’da gördüklerini anlattı. Bu eserlerin dışında kalan Köye Gönderilen Eşek ve Çöpçü Ahmet de ise yazar ilk kez Doğu Anadolu Bölgesi’ne açılmıştır.

Sait Faik özellikle İstanbul temalı hikâyelerinde klasik öykü anlayışını bırakarak konusuz, anlık izlenimlere dayanan öyküler yazdı.

Yazar, bu kitapta da yer alan Çelme isimli hikâyesinin halkı askerlikten soğuttuğu iddiası ile askeri mahkemede yargılandı. Çelme, Şahmerdan’a eklenmeden önce ilk olarak [[22 Mart 1937 tarihinde Kurun Gazetesi’nde daha sonra 15 Haziran 1940’ta ”Varlık Dergisi]]’nde yayınlanmıştı. Abasıyanık, 1941 yılında davadan beraat etti.

Analiz

Sait Faik, Şahmerdan’dan önce yayınladığı Semaver ve Sarnıç isimli hikâye kitaplarında çalışan insanlara ve emekçilere duyduğu sevgiye yer verdi. Şahmerdan’da ise bu sevginin soyutlaşarak insan sevgisine dönüştüğü görülür. Yazar insanlara daha gerçekçi bir gözle bakmaya başlar. Örneğin, bu kitaptaki Bekar isimli öyküde şöyle söyler: “İnsanlar her yerde aynı idi. Hareketli, hırsız, namuslu, iyi, kötü…”

Ayrıca, yazarın sık sık yaptığı iddia edilen Türkçe yanlışlarına bu kitapta sadece bir kere rastlanır. Şahmerdan’ın cümle yapısı diğer iki kitabında olduğu gibi klasik cümle yapısıdır. Konuşma dilinin canlılığından yararlanmasa da öyküleri ilerideki öykülerinin habercisi gibidir.


Şahmerdan

Şahmerdan

Şahmerdan kurulduğu zaman bir giyotin hali ile meydana çıkıvermişti. Direkler hazırdı. Birer birer, güçlükle iskelenin altına yerleştirildi.

Üstüne, boynundan geçen düğmesiz, bir heybe sırtını hatırlatan yamalı ve partal bir yelek -yelekten çok hırkaya benzeyen bir şey- geçirmiş; ellilik, kır saçlı, fakat dinç, okkalı bir adam bağırdı:

— Salih, Abdurrahman, Şaban, Ali… Hadi çocuklar!

Şahmerdanın bin kiloluk ağırlığının inip kalktığı iki ucu boş bırakılmış direklerin iki tarafına, Salih ve Şaban… diye bağırıldığını duyar duymaz, iki adam koşarak gelip oturdu.

Heybeden yapılmış partal yelekli, şahmerdan makinesinin üstüvanesine sarılmış demir telin ucuna geçti. Dört hamlacı ise ağır ağır, iskelenin direklerini, sudaki balıkları seyrede ede, eğlene eğlene makinenin kollarına yapıştılar.

“Şahmerdanın buharla işleyeni 200, 300, 500 kilo ağırlığı iki nefeste yukarıya kaldırır. Fakat dört kişi bu bin kiloyu makinenin büyük ve küçük çarkı sayesinde ancak işletebilirler. Ağırlığı yukarıya çekmek için en aşağı on beş dakika çalışmak lazımdır. Saatte bir de on beş dakika mola vermeden çalışmaya imkân yoktur. Bir liraya bu iş görülmez, görülmez ama, zamanlar kötü birader. Ben Karahisarlı’yım. Dalgıçlıktan tut da tersaneye kadar girmediğim deniz kapısı kalmadı. Hepsinden biraz çakarım…”

— Hadi çocuklar?

Biri çok sarışın, narin bir adamdı. Ötekisi uzun boylu, esmer ve sıska… Bir tanesi kısa boylu, kalın enseli ve zaman zaman birdenbire kızaracağı yerde sararan bir şişman. Dördüncüsü de her gün tesadüf edilen hamallar gibi alelade, hiç kuvvetli gözükmediği halde yorulmaz birisi.

Şimdi bu dört amele, var kuvvetleriyle çalışıyorlardı.

Sarışın, narin, uzun boylu amele ile şişman, kalın enseli bir arada; diğer ikisi de, makinenin öbür kolunda idiler. Bin kilo iki kalasın arasında ağır ağır şahmerdanın ta tepesine kadar çıkıyor; sonra dipte oturan ve ağırlığın aralarında gidip geldiği iki direği sımsıkı iplerle tutanlardan biri:

— Hooo! diyordu.

Makinedekiler duruyor, terlerini siliyorlardı. Ağırlığı yukarıya çekmeye yarayan demir telin ucunu tutan Karahisarlı:

— Haydi!.. diye bağırıyordu.

Yine, dipte kalasın yanında oturmuşlardan biri:

— Bando! diye haykırıyordu.

Karahisarlı sımsıkı tuttuğu telin ucunu bırakıyor, demir tamponlar birbirine vurup iskeleyi ileri geri sarsıyor ve bin kilo tok bir sesle kırmızı ucu gözüken demir putreli on santim daha deniz dibinin meçhul taşına sokuyordu.

Karahisarlı çelik teli ağır ağır topladıktan sonra çocuklarına seslenir gibi:

— Haydi çocuklar! Bu sefer biraz daha yukarı kaldıralım. Daha iyi. Ne kadar yukarıdan inerse o kadar derine girer. Hadi çocuklar…

Sarışın amele kıpkırmızı kesilmişti. Saçları yavaş yavaş kirli elleriyle yağlanıyor, boynunun damarları şişiyor; göğsü harikulade genişliyor, narin vücudu, birdenbire, atlet insanlarda olduğu gibi atlaşıyordu. Aynı kola yapışmış arkadaşı şişmanın yüzünde bir damla ter yoktu. Yüzü ise müthiş bir kuvvet sarf ediyormuş gibi buruşuyordu. Fakat bu sahte buruşukluk çok beceriksiz bir şekilde yapılıyordu. Öteki koldaki iki hemşeri olduğu sözlerinden anlaşılan iki hamlacıdan birisi acınacak bir zayıflıktaydı. O da bütün işi arkadaşına bırakmaya çalıştığı için kızarmıştı. Arkadaşı ise ona en küçük bir kuvvet bile sarf ettirmemek için elinden geleni yapıyordu.

Karahisarlı yeniden:

— Vira çocuklar, dedi.

Haziran yağmurları birdenbire kesilmiş, yaz; rüzgârsız, ağır ve kasvetli, iskelenin ve denizin üstüne çöküvermişti. Dört hamlacı terliyorlardı. Putrel bazan denizin içinde bir kayaya rastlıyor, demir güllenin, üstüne bütün hıncıyla düşmesine rağmen ancak iki üç santim giriyor; yahut da demir putreli bir balmumu gibi bir vuruşta eritiveriyordu. O zaman demiri yeniden hava tazyiki ve oksijenle işleyen ateş makineli “chalumeau” ile kesmek lazım geliyordu.

Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e:

— Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni.

— Bir halt edemezsin, diye söylendi Salih.

— Görürüz… dedi öteki.

Salih, amelebaşı mevkiinde olan Karahisarlı’nın komşusu idi. Zor işlerden kendini ancak bu sayede ve kancıklıkla kurtarabiliyordu. Karahisarlı ise Salih’in bu hallerini görmemezliğe gelir:

— Çalışıyor, derdi, fena çalışmaz bizim Salih. İyi ameledir.

Cıgaralar bitmişti. Tekrar iskelenin damı gölgesinden güneşin önüne çıkmak cesaretini, kendinde ilk Abdurrahman buldu. Bu çok sarışın olan sarışın ameleydi. Sonra sırasıyla zayıf, zayıfın arkadaşı ve Salih geldiler. Karahisarlı:

— Haydi çocuklar, bu son galiba, dedi. Bu sefer kazığı kaktık. Vira! diye haykırdı.

Çarklar dönüyor, küçük çark büyüğünü döndürüyor, ağır tokmak ağır ağır tepeye yükseliyordu. Birdenbire hepsi durakladılar. Karahisarlı teşci etti.

— Ha çocuklar ha!

Bütün asılmalara rağmen ağırlık yukarıya çıkmıyordu. Karahisarlı’nın elini kalın tel kesiyor:

— Gayret, diye bağırıyordu.

Bir gayret daha sarf ettiler. Çarkın dişleri tebessüm eder gibi tatlı bir ses çıkardı. Sonra zincir şıkırtısı gibi bir ses duyuldu. Şahmerdan ta tepedeydi. 1000 kilo Karahisarlı’nın sözüne göre 1500 kilo olarak yere düşecekti.

Öküzleri durdurur gibi bir ses işitildi:

— Hooo…

— Haydi!

— Bando!

Demir putrel müsait bir zemin bulmuş olacak ki, bir yirmi santim denizin kumları içine daldı. İskelenin dibindeki balıklar uzaklara kaçıştı.

Şimdi dört amele nefes nefese idiler. Salih’in arkadaşı, san yulaf saçlı Abdurrahman, Salih’e dik dik baktı. Deminki duraklamanın sebebi oydu. İşi büsbütün açığa vurmuştu. Abdurrahman’ın gözünün içinde hınç ve hiddet parlıyordu. Salih edepsiz insanlara has bir lakaydiyle denizi seyrediyordu. Abdurrahman’ın içinden, bu kıçı kendisine dönük adama bir tekme savurmak, şahmerdanın inip kalktığı iki direğin arasından şu herifi, denize uçuruvermek geçti. Fakat yalnız:

— Ulan kahpe, dedi.

Karahisarlı:

— Kime diyon ulan, dedi, o lafı?

Abdurrahman bu adamdan çekinirdi. İsterse parasını bile vermez. Bu kimsesiz, ne idüğü belirsiz, lakayt iskelenin köyü içinde Abdurrahman’ı perişan bırakabilirdi.

— Anama, dedi.

— Neden?

— Neden olacak, dedi, beni doğurduğundan.

Karahisarlı:

— Tövbe estağfurullah… demekle iktifa etti.

Sonra yine her zamanki munis ve iyi halini aldı.

— Haydi evlatlar, dedi, bu son. Ama çok kaldıralım. Hadi!

— Vira…

Çarklar dönüyor, fakat zaman zaman, zınk diye duraklıyorlardı. O zaman Abdurrahman’ın gözleri ateşle dolu, Salih’e çevriliyor, Salih suratını def’i hacet eder gibi buruşturuyordu. Zannediyordu ki ancak böyle buruşturursa ne kadar kuvvet sarf ettiği anlaşılacak. Fakat ne boynunun damarları şişiyor; ne de kalın, yağlı ve tüysüz kollarında bir adale hareketi görülüyordu. Abdurrahman hınçla ve müthiş bir enerji ile, dönmeyen çarka adeta tekme atarcasına kola yapışıyor; aşağıya veya yukarıya indirmeye veya çıkarmaya çalışıyordu. Bu arada öteki koldakilere bakıyordu; Abdurrahman’a bakmamak için. O koldakilerden zayıfın, arkadaşına biraz olsun yardım ettiği pek belli, arkadaşının ise iki işi birden gördüğü terden sırtına yapışmış gömleğinden anlaşılıyordu.

Bir ara yine, zınk diye durdular.

Karahisarlı:

— Biraz daha, dedi, biraz daha çocuklar…

Abdurrahman boynunun ve şimdi alnının daman da şişerek kola asıldı. Salih bu sefer yüzünü buruşturmaya bile lüzum görmemişti. Şahmerdan tepedeydi.

— Hoooo… diye bağırıldı.

— Haydi.

— Bando! Bando!

Bin kilo bin beş yüz kilo olarak düştü.

Karahisarlı, teli bir vücut hareketiyle ileriye doğru bırakmıştı. Abdurrahman hızla bir yanın sağ döndü. Arkadaşı Salih’i müthiş bir tekme ile denize yuvarladı. Kendisi de sırtüstü, ağzından kan boşanarak iskelenin tahtaları üzerine düştü. Salih yüzmek bilmediği için bir on dakika içinde boğulmuştu. Abdurrahman’ı hastaneye kaldırdılar.

Bu son putreldi. O da çakılmıştı. Şahmerdan makinesini, akşam karanlığında öteki iki amele, sessiz sadasız bir son vapurdan sonra söktüler.

"

Şahmerdan kitabının ön okuması bu kadar. Kitabı beğendiysen senin için en uygun fiyatlı satın alma seçeneklerini listeledik.

pttavm D&R

beğendiniz mi?